Çocuk, kendi yaşına ait deneyimleri yaşayamadan duygusal bir yükün altına girmiştir. Çünkü bazı ebeveynler, farkında olmadan kendi baş edemedikleri sorunları, çözülmemiş geçmişlerini ya da taşıyamadıkları duyguları çocuklarına devreder. Bu durumda ebeveynlik rolünün çocuğa geçmediğini görüyoruz, çocuk ailede görünmeyen bir yetişkin hâline gelir.

Evin içinde dengeyi sağlar, krizleri yatıştırır, duygusal boşlukları doldurur. Ancak bu süreçte kendi duygusal ihtiyaçlarını bastırmayı öğrenir. Bir yandan yetişkin kadar sorumlu tutulur, diğer yandan hata yaptığında “sen daha çocuksun” denilerek küçümsenir. Bu çelişki, çocuğun kimlik gelişimini, özgüvenini ve ilişkilerdeki sınır algısını zedeler. Zamanla, kendi ihtiyaçlarını dile getirmekte zorlanan, herkesin duygusunu önceliği gören ama kendi duygularını görmezden gelen bir yetişkine dönüşebilir. Türkiye gibi aile bağlarının güçlü olduğu toplumlarda bu dinamik sıklıkla “fedakarlık” ya da “aileye bağlılık” adı altında normalleştirilir. “Annesine kol kanat geriyor, ne akıllı çocuk.” deriz ama o çocuğun aslında yetişkinleşmek zorunda bırakıldığını fark etmeyiz.
Duygusal yükleri nesiller boyunca aktarmak çoğu zaman sevgi kisvesi altında gerçekleşir; oysa bu farkında olunmadan yapılan bir sınır ihlalidir. Her kuşak kendi yükünü taşımadığında, o yük bir sonrakine geçer. Ve bu döngü, ancak biri “artık yeter” diyebildiğinde kırılır. Bir çocuğun görevi ebeveynini iyileştirmek değildir. Ebeveynin görevi, kendi geçmişiyle yüzleşip çocuğunu o geçmişin gölgesinden korumaktır. Güçlü olmak her şeyi taşımak değil, artık taşımamayı öğrenmektir. Çünkü duygusal olgunluk, başkalarının yüklerini sırtlamakla değil, nerede duracağını bilmekle başlar.

Psikolog Eren Boz,''Her çocuk, ebeveyninin eksik hikayesini tamamlamak için değil, kendi hikayesini yazmak için dünyaya gelir. Ve en sağlıklı aile, herkesin kendi rolünü, kendi duygusunu ve kendi sınırını koruyabildiği ailedir.''dedi.





