Futbolu sevmekle futbolun içine düşmek arasında dağlar kadar fark var. Futbolu seven oyunu izler. İçine düşen ise oyunun kendisi olur. Hatta çoğu zaman oyundan da ileri gider. Hakemden daha çok bilir, teknik direktörden daha iyi görür, yedek kulübesinden daha çok hisseder. Tribün dediğiniz yer, özgüveni bedava dağıtır.
Taraftarlık bizde genellikle bir tercih değil, bir miras. Babadan çocuğa geçer, mahallede öğrenilir, küçük yaşta insanın üzerine giydirilir. İlk forma bilinçli seçilmez., verilir. Sonra o forma büyür, insan küçülür. Bir süre sonra “takımı tutmak” diye bir şey kalmaz, “takım olmak” başlar. Bu yüzden maç kazanılınca “kazandık” denir, kaybedilince “rezil olduk.” Sahadaki on bir kişinin hatası, tribünde binlerce insanın onur meselesine dönüşür.

TRİBÜNDE AKIL GERİ ÇEKİLİR, İÇGÜDÜ ÖNE ÇIKAR
Tribünde rakip hiçbir zaman sadece rakip değildir. O, alana giren yabancıdır. Bölgeye yaklaşan tehdittir. Karşı mahalle, eski bir hesap, bazen de yalnızca “bizden olmayan” bir gölgedir. O an tribünde akıl geri çekilir, içgüdü öne çıkar. Kelimeler sertleşir, küfür sıradanlaşır, el kol hareketleri büyür. Çünkü orası medeniyetin değil, reflekslerin alanıdır. Bağırmak, meydan okumak, gözdağı vermek çoğu zaman birer güç gösterisidir; doğada hayvanların yaptığı gibi. Kim daha gür ses çıkaracak, kim alanını daha sert savunacak. Ama bu ilkel oyunun da bir kuralı vardır: sınır. O sınır korunduğu sürece yaşanan şey bir ritüeldir. Kaybolduğu anda ise tribün eğlenceyi bırakır, şiddete döner.
NAİFLİK TRİBÜNDE ERİR
Ve hayır, bu dönüşüm sadece erkeklere özgü değildir. Tribün, “kibar”, “naif”, “hayatta ağzından küfür çıkmaz” denilen kadınları da tanımaz. O kalabalığın içinde roller erir. Normalde yan masada duyulsa yüz çevrilecek bir cümle, orada hiç düşünmeden ağızdan çıkar. Tribün nezaketle değil, içgüdüyle çalışır. Maç biter, herkes hayatına döner. Ama yaşanan şey geçici değildir. Tribün insanın kimliğini değiştirmez; bastırdığını açığa çıkarır.

FANATİZM FUTBOL DEĞİL, MESAFE KAYBIDIR
Fanatik taraftar denen şey de yanlış tanımlanır hep. Fanatik, futbola çok düşkün olan değil; fanatik, futbolla arasındaki mesafeyi kaybedendir. Takım eleştirilince alınır. Sanki eleştirilen futbolcu kendisidir. Yenilgiye üzülmez sadece; gururu incinir. İşte tam burada futbol oyundan çıkar, kimlik hâline gelir.
Türkiye’de tribün meselesi daha serttir. Çünkü tribün bizde sadece spor değildir. Sınıftır, mahalledir, çocukluktur, bastırılmış cümlelerdir. Hayatta başka yerde söylenemeyen ne varsa, tribünde rahatça söylenir. Takım, bazı insanlar için hayattaki tek sağlam bağdır. O bağ sarsıldığında tepki de sert olur.
Futbolu suçlamak kolaydır ama yanlıştır. Sorun futbol değil, “biz” duygusunun ölçüsüzlüğüdür. Rakip insan olmaktan çıktığında, takım her şeyden önemli hâle geldiğinde, tribün eğlenceli olmaktan çıkar, tehlikeli olur.
Futbol bir oyundur. Ama insan oyunu kendisiyle karıştırdığında ortaya bu tablo çıkar. Maç biter, sezon geçer, kupalar unutulur. Tribünden geriye çoğu zaman skor kalmaz.
Geriye kalan, eve dönerken insanın kendi kendine söylediği o cümledir: “Aslında bu kadar sinirlenmeye gerek yoktu.”





