Muazzez Abacı, 12 Kasım 2025'te yani tam da doğum gününde aramızdan ayrıldı. Hayat bazı insanlarda daire çizmeyi sever; başladığı yerde biten hikâyeler, insanın kaderine küçük bir imza gibi düşer. Abacı’nınki de öyleydi. 78 yıl boyunca, hem sahnenin ışığı hem de kendi gölgesinin içindeki kadın oldu. Şimdi o gölge sessiz. Ama sesi hâlâ duyuluyor; bir şarkının içinde, bir anının ortasında... Sanki hiçbir şey bitmemiş gibi de duyulmaya devam edecek.

IŞIK VE GÖLGE ARASINDA BİR AŞK
Onun hikâyesi şarkılardan ibaret değildi. Notaların arkasında bir dünya vardı: fırtınalar, kırılmalar, inatla sürdürülen bir var olma mücadelesi. Ve o dünyanın bir köşesinde hep aynı isim dururdu: Hasan Heybetli. Biri sahnenin zarafeti, diğeri yeraltının haşmeti. İkisi bir araya geldiğinde, ortaya çıkan şey tam da Türkiye’ydi aslında: tutku, kontrol, güç ve hayatta kalma arzusu.
Heybetli, Abacı’ya sahneden değil, hayattan seslendi. Onu her gece aynı masadan izledi, reddedilince geri çekilmedi. Her gün 24 kırmızı gül gönderdi. Günün her saati onu düşündüğünü anlatmak istercesine. Bir gece arayıp camdan bakmasını söyledi. Abacı baktığında bütün sokak güllerle kaplıydı. Bu, aşk değilse bile iyi planlanmış bir gösteriydi. Ama bazen bir jest, bir kadının hayatını değiştirir.

AŞKIN BEDELİ... ÖZGÜRLÜĞÜN FİYATI
Aşkın başı büyüleyiciydi, devamı yorgun. Heybetli, Abacı’yı sahneden indirmek, dünyasını kontrol etmek istiyordu. “Kazandığının iki katını ben veririm” dedi. Oysa Abacı’nın sahnede kazandığı şey para değildi; kendi sesiyle var olma hakkıydı. Bir sabah uyandığında salonu parayla doluydu. O, parayı çöp torbasına doldurup camdan aşağı attı. O an, aslında aşkın da finalini yazmıştı.
1980’de evlendiler. Üç yıl sonra ayrıldılar. Ardından yeniden birleştikleri ikinci evlilik geldi; çünkü bazı ilişkiler, iki insanın birbirini bırakmamakta direndiği uzun bir hesaplaşmadır. Hasan Heybetli cezaevine girdiğinde, Abacı onun karşısında bir ev tuttu. “Hasan bahçeden ıslık çalardı, ben balkona koşardım” dedi yıllar sonra. Belki aşk değil, ama alışkanlıkla karışık bir sadakatti bu.

GAZİNO YILLARI VE BİR KADININ DİRENİŞİ
Gazino yıllarıydı. Şöhretin parladığı ama saygının her an pazarlık konusu olabildiği dönemler. Zeki Müren’in, Bülent Ersoy’un bile bir tokatla susturulabildiği o dünyada, kimse Muazzez Abacı’ya dokunamadı. Çünkü Hasan Heybetli’nin sessiz gölgesi hep oradaydı. O gölge bazen korudu, bazen kararttı. Ama hiç eksilmedi.
Sonra zaman aktı. Abacı sahneden inmedi, Heybetli duvarların arkasından sağ çıkamadı. Ama aralarındaki şey -adına ne dersen de- sürdü. Abacı, yıllar sonra bile “Eli açık, iyi yürekli bir delikanlıydı” diyordu. İnsan bazen geçmişi affetmez, sadece onunla yaşamayı öğrenir.

BİR ŞARKININ SON NOTASI GİBİ
Muazzez Abacı doğum gününde öldü. Bu, hayatın ona yaptığı son jestti belki. Gösterişsiz, tamamlanmış, tam da onun gibi: ne trajik, ne de sıradan. Şarkılarını, aşıklarını, kırgınlıklarını ve kendi sesine sadakatini ardında bıraktı.





