Arkadaşlar, Türk Edebiyatı Klasikleri’ni okurken, size de oluyor mu bilmiyorum ama bana bir haller oluyor! :)))
Annemin dizisini izledikten sonra büyük bir sinirle, “.. Ama bu kadar şerefsizlik olmaz ki!” ya da gözleri yaşlı yatsıyı kılmaya gittiği moda giriyorum. (Zaten çocukken annemle gittiğim sinemada izlediğimiz Türk filmlerinde de en çok ben ağlardım!. Hatta bir keresinde beni çimdikleyip, ‘Yeter bu kadar ağlama, senin yüzünden biz doya doya ağlayamıyoruz’ diye paylamıştı!)
Okumasam mı artık netsem bilmiyorum ki! :)))
Neyse gelelim “Ferdi ve Şürekası”na…
Halit Ziya Uşaklıgil’in olağanüstü tasvirlerinin yer aldığı, harika bir kurgunun, geçişlerin olduğu ve 19. Yüzyıl İstanbul’unun şiir gibi anlatıldığı (Hele Kağıthane’yi öyle anlatıyor ki, bugünkü beton yığını Kağıthane’ye bakınca, İstanbul’a edilen ihanetin boyutlarını daha iyi anlıyorsunuz…) bir roman.
Ferdi diye epey zengin bir patron var (Hırslı ama kötü değil), yoksullukla mücadele eden ve başarılı olamayan İsmail Tayfur diye bir genç muhasebeci var (İyi yaşamak istiyor ama hırslı değil, Saniha’ya aşık), Saniha diye kimsesiz, İsmail Tayfur’ların evine sığınmış ve vasat güzellikte bir genç kız var (İsmail Tayfur’u kendini feda edecek kadar çok seviyor ama inatçı mı inatçı), Hacer diye bir kız var (Çok çok güzel ama patron Ferdi’nin kızı), sonra bahtsız Besime Hanım var (Erken yaşta kocasını yitirdiği için oğluna tapıyor ama aşkın da bir yere kadar olduğuna inanıyor).
Derken olaylar başlıyor; olay derken öyle aman aman bir şey de değil. Hacer babası Ferdi’ye İsmail Tayfur’u sevdiğini söylüyor. Babası da, “Alırım sana İsmail’i” diyor. Sonra “izdivaç” için gerekli protokol uygulanmaya başlıyor. Yani her şey hayatın akışına uygun ilerliyor.
Sonra Halit Ziya öyle bir final yapıyor ki, gecenin saat ikisinde elinizde kitap, gözleriniz nemli boş duvarlara bakarken buluyorsunuz kendinizi ve dudaklarınızdan şu sözcükler dökülüyor:
“Niye ettin bu zulmü bize Halit Ziya, niye!!!”