Son zamanlarda etrafıma baktığımda, insanların giderek kendilerine ve sevdiklerine daha az zaman ayırdığını fark ediyorum.

Hepimiz bir koşuşturma içindeyiz, ama ne için? İş hayatının bitmek bilmeyen talepleri, geçim sıkıntıları ve sürekli büyüyen sorumluluklar, kişisel zamanımızı neredeyse imkânsız hale getiriyor. Oysa bir kitap okumak, müzik dinlemek ya da sadece bir kahve içerek soluklanmak gibi basit zevkler, ruhumuzu besleyen en önemli şeyler aslında.

Teknoloji hayatımızı kolaylaştırdığı iddiasıyla girdi, ama bence bizi daha da köleleştirdi. Artık işten çıktığımızda bile rahat değiliz; mailler, mesajlar, acil işler peşimizi bırakmıyor. Sürekli "ulaşılabilir" olma baskısı, dinlenme anlarımızı da çalıyor. Peki ya kendimizle baş başa kalmak? Bir hobiyle uğraşmak, yeni bir beceri öğrenmek ya da sadece düşüncelere dalıp gitmek... Bunlar lüks değil, ihtiyaç.

Ekonomik kaygılar da cabası. Her şey pahalılaştıkça, daha çok çalışmak zorunda kalıyoruz. Ama durup şunu sormak lazım: Bu tempoyla ne kadar gidebiliriz? Sürekli çalışmak, verimliliği artırmıyor; aksine bizi bitkin, mutsuz ve hayata karşı ilgisiz hale getiriyor. Kendimize zaman ayırmadığımızda, yalnızca bedenimiz değil, zihnimiz de yoruluyor.

Bence çözüm, hayatı kendimize zehir etmeden küçük kaçamaklar yapmakta yatıyor. Belki bugün, sevdiğimiz bir şarkıyı dinleyerek işe ara verebiliriz. Ya da hafta sonu bir saat bile olsa telefonu kenara bırakıp doğada yürüyebiliriz. Önemli olan, kendimizi unutmamak.

Çünkü bizler, sadece çalışıp para kazanmak için değil, yaşamak için varız. Ve hayat, koşturmacadan ibaret değil. Kendimize zaman ayırmayı öğrenmezsek, bir gün dönüp baktığımızda, aslında hiç yaşamamış olduğumuzu fark edebiliriz.