Ayşe Şan’ın hikâyesini ilk duyduğumda içime bir sızı oturdu. Bu topraklarda nice kadın hikâyesi yazıldı, kimi susturuldu, kimi unutuldu…Ama Ayşe Şan’ınki, içlerinden öylesine derin, öylesine dokunaklıydı ki…
Yalnızca bir kadının değil, bir halkın, bir coğrafyanın yarım kalmış sesiydi.
İşte bu yüzden, sadece bir sanatçının ardından değil…
Toplumun vicdanıyla da yüzleşmek adına bu yazıyı kaleme almak istedim.
Ayşe Şan öldü.
Aslında çoktan ölmüştü.
1996 yılında, tek başına bir İzmir sokağında susturulmuş bir ses olarak, sessiz sedasız gömülmüştü.
Ama şimdi, 29 yıl sonra, tabutu Diyarbakır’a dönerken…
O kadın…
O ses…
O isyan…
Yeniden dirildi.
Ayşe Şan, Kürtlerin “taçsız kraliçesi”ydi.
Ama bu kraliçeye ne bir saray verildi, ne de huzurlu bir hayat.
Hayatı boyunca sürgün oldu.
Çünkü o bir kadındı.
Çünkü o Kürtçe şarkı söylüyordu.
Çünkü sesi vardı.
Ve bu ülkede üç şey affedilmezdi:
Kadının dik durması, annenin isyan etmesi, kız çocuğunun ses çıkarması.
1938’de Diyarbakır’da doğdu.
İlk ağıtını 9 yaşında, babasının ölümüyle yaktı.
Sonraki ağıtlarını ise hayat boyunca hiç susturmadı.
Ama herkes onun sesini susturmaya çalıştı.
Evinden kovuldu, ailesi tarafından dışlandı, “kadın başına şarkıcı olur muymuş?” denildi.
Evli olduğu için ayıplandı, boşandığı için lanetlendi.
Sanat yaptığı için kovalandı, Kürtçe söylediği için tehdit edildi.
Kendi halkının ezgileriyle büyüttüğü çocuklarıyla, bir başına kaldı.
Yani bizim coğrafyada sıradan bir “kadın hikâyesi”.
Ayşe Şan, İstanbul’dan Antep’e, oradan Almanya’ya, Bağdat’a, Hewlêr’e, sonra İzmir’e uzanan bir yolculuğun adı oldu.
Ama asla Diyarbakır’a dönemedi.
Çünkü töreler vardı.
Çünkü ahlâk bekçileri vardı.
Çünkü kadının sesi değil, susuşu makbuldü bu topraklarda.
Kimi zaman yalnız olduğu için suçlandı…
Annesi öldüğünde, göremedi.
Ne vedalaşabildi, ne sarılabildi…
Sadece ardından ağıt yakabildi...
“Daykê Qurban” dedi…
Bir annenin ardından yaktığı o Kürtçe ağıtla yüreğini dağladı.
Annesinin mezarına gidemedi…
Ama ağıtı, tüm mezarların üzerinden geçti.
Kendi mezarına dair son dileği, “beni annemin yanına Diyarbakır’a gömün” oldu.
Ama olmadı. O bile çok görüldü.
Ayşe Şan, doğduğu toprağa gömülemedi.
O vasiyet 29 yıl boyunca sustu.
Tıpkı onun gibi...
Ve şimdi, tam 29 yıl sonra…
Kadınlar, omuzlarında onun tabutunu taşıdı.
Zılgıtlarla. Gözyaşlarıyla. Şarkılarıyla.
Bu, sadece bir defin değildi.
Bu, bir yüzleşmeydi.
Bu ülke, bir kadına daha geç de olsa borcunu ödedi.
Ama biz hâlâ o borç defterinin içindeyiz.
Çünkü bu ülkede hâlâ binlerce Ayşe Şan var.
Sesini çıkarınca susturulan…
Kimi şarkısını söyleyemiyor, kimi mesleğini yapamıyor…
Kimi sadece kadın olduğu için dövülüyor, öldürülüyor, gömülüyor…
Kimi kendi şehrinde, kendi evinde bile yabancı gibi yaşıyor.
Bu ülke hâlâ kadınlara çok şey borçlu.
Yalnız annelerine değil…
Yalnız kızlarına değil…
Sesini kısmaya çalıştığı tüm kadınlara özür borçlu.
Ve biz hâlâ bu ülkenin en büyük utancını yaşıyoruz:
Kadınlar, ancak öldükten sonra hak ettikleri yere varabiliyor.
29 yıl sonra gelen bir tabut…
Ayşe Şan’ın değil, bizim vicdanımızın cenazesiydi belki de.
Çünkü o gün, sadece bir kadın gömülmedi…
Toplumun suskunluğu, erkek egemen ahlâkın hoyratlığı, törelerin zalimliği gömüldü.
Ama o ses…
Ayşe Şan’ın sesi…
Topraktan yeniden yükseliyor şimdi.
Ve hepimize diyor ki:
“Ben geldim…
Siz neredesiniz?”