Oldum olası ada hayatını hep çok sevmişimdir. Çocukken bile “bir gün kendi adam olacak” diye hayal kurardım.
Denizle çevrili, rüzgârla serinleyen, kalabalıktan uzak bir ada… Belki de hayatın en sade, en gerçek hâli orada saklıydı.
Mümkün olsa bir adada yaşarım. Çünkü ada, insana yalnızlığı değil, dinginliği öğretiyor. Kopuşu değil, derinleşmeyi.
Bu defa yolum Gökçeada’ya düştü. Daha önce birkaç kez gelmiştim. Bu sefer ailemle birlikte dört günlüğüne geldik. Daha feribottan iner inmez, yüzüme çarpan kekik kokusu ve rüzgârın uğultusu, “hoş geldin” dedi adeta.
Türkiye’nin en batı ucu, masmavi suların, kekik kokularının ve rüzgârın efsunlu melodisinin dans ettiği bir yer: Gökçeada.
Güneşin en geç battığı yer…
Türkiye’nin en büyük adası, ama kalbinize sığacak kadar küçük bir huzur noktası burası.
Burada hayat ağır akıyor. Hiçbir şey aceleye gelmiyor.
Adanın kendine has hali, insana bir ders veriyor sanki:
“Dur biraz, nefes al, hisset…” diyor adeta.
Çünkü Gökçeada, kendini sadece bekleyenlere, dinleyenlere açıyor.
Ve insan fark ediyor ki Gökçeada, sadece gözle görülmüyor; kalple yaşanıyor.
Burası yalnızca Türkiye’nin en büyük adası değil, aynı zamanda “küçük bir Türkiye”.
Bir yanda Rum köyleri, taş evleri, asırlık çınarlarıyla geçmişin hatıralarını fısıldar; diğer yanda Anadolu’nun sıcak yüzünü taşıyan köyleriyle size bambaşka bir yolculuk sunar.
Gökçeada sadece bir ada değil; geçmişi, bugünü ve geleceği içinde saklayan bir sır gibi. Rum köylerinde dolaşırken taş evler size yüz yıllık hikâyeler anlatıyor. Çınar gölgelerinde içtiğiniz bir kahve, unutulmaz bir dost sohbetine dönüşüyor. Akşam olunca Kaleköy’de güneş denize batarken, içinizde tarifsiz bir şükür duygusu beliriyor: “İyi ki buradayım.”
Her adımda tarih, her nefeste doğa, her manzarada bir dua gizlidir.
Zeytin ağaçlarının gölgesinde oturup denizi seyretmek, rüzgârın taşıdığı kekik kokusunu ciğerlerine çekmek… işte Gökçeada’nın en güzel hali budur.
İnsanı gündelik hayatın telaşından koparır, kalbinin derinliklerine götürür.
Burada zaman ağır akar; aceleye gerek yoktur.
Çünkü ada, acele edenlere kendini açmaz. Ancak sabredenlere, dinleyenlere, ruhunu adaya bırakanlara tüm güzelliğini gösterir.
Kaleköy’de gün batımına oturursunuz, ufuk kızıldan mora dönerken sessizce dua eder insanlar.
Bir an gelir ki, güneşin denizin içine düştüğüne inanırsınız.
Tepeköy’de çınarların altında yudumladığınız kahve, sadece kahve değildir; belleğinizde saklı kalacak bir hatıradır.
Uğurlu sahilinde dalgaların kıyıya bıraktığı serinliği teninizde hissedersiniz.
Ve her köyde, her sokakta, farklı bir hikâye fısıldar ada size.
Kimliğinizden, kökeninizden bağımsız; yalnızca insan olmanın, doğayla bütünleşmenin huzurunu yaşarsınız.
Belki de bu yüzden buraya gelen herkes, dönüşte biraz eksik kalır.
Çünkü Gökçeada, yanınıza bir parçanızı gizlice koyar; siz fark etmezsiniz.
Şimdi dönüş yolundayız ama içimde hâlâ rüzgârın sesi, hâlâ kekik kokusu var.
Ve biliyorum ki bir gün şehir kalabalığı boğduğunda, burnuma aniden bir kekik kokusu düşecek. O an anlayacağım: Ruhumun bir parçası hâlâ Gökçeada’da kalmış.