Gül bahçeleriyle bezeli sokakları, tertemiz havası ve misafirperver insanlarıyla Akdeniz'in saklı cenneti.
Güllerle uyanıyor, göllerle nefes alıyor.
Kim demiş Akdeniz sadece deniz kokar diye? Isparta, Akdeniz’in gül kokan sessiz çığlığıdır.
Bu kez deniz kenarına inmedik.
Bu kez martı sesiyle değil, gül kokusuyla karşılandık.
Burası Isparta.
Türkiye haritasının gül yaprağı.
Akdeniz’in saklı incisi.
Ve bir şehre “Türkiye’nin gülü” demek abartı değil, gerçek.
Isparta’nın sabahı başka…
Güneş bile daha zarif doğuyor burada.
Gül tarlalarının üstüne çekilmiş şeffaf bir tül gibi seriliyor ışık.
Ve bir şehir, daha gün başlamadan güzel kokmaya başlıyor.
Bir gülün narinliğini,
bir gölün dinginliğini,
bir dağın sükûnetini aynı anda barındıran şehir var mı?
Var: Isparta.
Gölcük’te yürürken,
Eğirdir’de soluklanırken,
Kovada’da zaman yavaşlıyor.
Her adımda “iyi ki gelmişim” diyorsun.
Çünkü burada doğa sadece fotoğraf değil; nefes.
Burada tarih, sadece kitapta değil; yol kenarında.
Ve burada insanlar sadece misafirperver değil; hâl hatır soran.
Bu şehrin sokakları, çiçek kokar.
Ama çiçek gibi süslenmiş değil,
çalışkan kadın elleriyle toplanmış,
şişelenmiş, kurutulmuş, damıtılmış bir emeğin kokusu bu.
Kadınlar var burada.
Sabahın serinliğinde gül toplamaya çıkan,
akşam o gülleri yağa dönüştüren,
ve hiç şikayet etmeden,
kendi kokusunu bu ülkeye armağan eden kadınlar…
Ve sonra Hakan Bey…
İstanbul’da yaşamış, büyük şehrin yorgunluğunu üstünden atamamış.
Asfaltın sıcağında, kalabalığın ortasında, “bir an bile yalnız kalmadan” geçen onlarca yıl…
Sonra “yeter” demiş.
Gül gibi yaşamak varken,
asfaltın isini solumanın ne anlamı var?
Kendine ormanın içinde bir ev kurmuş.
Hakan bey ve eşi bize sadece evini değil, huzurunu da açtılar.
Sadece kapısını değil, hikâyesini de açtılar.
Ve biz o gün anladık ki,
bazı insanlar şehri terk etmez…
Kendine geri döner.
Bu yüzden bu satırlarda onlara da bir teşekkür borçluyuz.
Teşekkür ederiz Hakan Bey…
Isparta’yı gezdik ama sizinle birlikte “dünyayı yeniden tarif etmeyi” öğrendik.
Isparta gezimiz sadece bir seyahat değildi.
Bir hatırlayıştı…
Sadelik güçlüdür.
Kokusu kalıcı olan şeyler, gürültüyle değil; sabırla olur.
Ve şehir dediğin, sadece binalardan değil, anlamlardan oluşur.
Isparta’yı özel kılan yalnızca doğası değil;
tarihi bir ismin, Süleyman Demirel’in izleriyle yoğrulmuş bir karaktere sahip olması.
İslamköy'de başlayan bir yaşam, Türkiye'nin en uzun süre başbakanlık yapmış liderlerinden birine dönüştü.
Demirel'in izleri, bugün hâlâ Isparta sokaklarında hissediliyor.
Demirel, sadece bu topraklarda doğmadı;
bu toprakları devlet aklıyla, vizyonla, nezaketle tanıştırdı.
İslamköy’de bir çoban çocuğu olarak başlayan hikâye,
Çankaya’ya kadar uzanan bir yolculuğa dönüştü.
Ama o hiçbir zaman kopmadı Isparta’dan.
Cumhurbaşkanı oldu, başbakan oldu, muhalif oldu, darbe gördü, yasaklandı…
Yine de her döndüğünde soluğu Isparta’da aldı.
Çünkü onun siyasi pusulası Ankara’da olsa da,
vicdan pusulası hep Isparta’yı gösteriyordu.
Isparta’nın merkezinde yürürken hissedersiniz o izi…
Demirel’in en çok yatırım yaptığı alanlardan biri eğitimdi.
Çünkü bilirdi ki, beton değil bilinç yükseltir bir milleti.
Bugün Isparta’da okuma oranı, sosyal farkındalık, akademik başarı…
Hepsinin temelinde Demirel’in attığı altyapı adımları vardır.
Süleyman Demirel Üniversitesi, sadece bir üniversite değil,
aynı zamanda bir vizyon anıtıdır bu şehirde.
Ve elbette İslamköy’deki Demokrasi ve Kalkınma Müzesi.
Her liderin sarayı olur ama çok azının müzesi…
Demirel, arşivini bu topraklara emanet etti.
Çünkü o, tarihe not düşmeyi değil,
tarihi yaşayan belleğe çevirmeyi tercih etti.
Bugün hala bir Ispartalı “Sayın Cumhurbaşkanımız” derken sesi titriyorsa,
bu sadece bir saygı değil;
aynı zamanda geçmişe, hafızaya, vicdana verilmiş bir selamdır.
Isparta’dan döndük.
Üstümüzde gül kokusu, içimizde göl sessizliğiyle…
Ama biliyoruz ki,
bu şehir bize bir şey öğretti:
Hayat, hızla değil huzurla yaşanmalı.