Ağustos bitiyor. Yaz bitiyor… Güneşin teni ısıttığı, rüzgârın saçlara dokunduğu günler geride kalıyor.
Benim mevsimim yaz… yaz insanıyım ben…
Ama bu yaz, alışılmış bir yaz değildi.
Ekonomi vurdu.
Tatil beldeleri boş kaldı.
Restoranlarda garsonlar birbirine bakarak zaman öldürdü.
Şezlonglar boş, masalar boş, insanlar yorgun.
Çünkü tatil artık lüks.
Çünkü insanlar artık denize değil, markete yetişmeye çalışıyor.
Bir de üzerine orman yangınları…
Yüreğimizi kavurdu.
Her ağaçla birlikte içimizden de bir parça yandı.
Gökyüzü dumanla kaplandı, hayvanlar can havliyle kaçtı.
Yaz, yalnızca güneşin değil, yeşilin ve mavinin de mevsimiydi.
Ama o da yandı, kül oldu.
Dün 30 Ağustos Zafer Bayramı’ydı.
Atatürk’ün “Ya istiklal ya ölüm” diyerek başlattığı yürüyüşün zafer günü.
Bu topraklarda özgürce yazı seviyorsak, bu gökyüzüne umutla bakabiliyorsak, temeli o günlerde atıldı.
Bir ke daha yaşasın Cumhuriyet…
Ve yarın Eylül.
1 Eylül.
Dünya Barış Günü.
Zaferin ardından barışı anmak…
Tarihin en güzel dengesi bu.
Barış yalnızca savaşların bitmesi değildir.
Barış, sofraların paylaşılmasıdır.
Çocuk kahkahalarının duyulmasıdır.
İnsanların birbirine umutla bakabilmesidir.
Eylül gelirken takvim bize bir kez daha söylüyor:
Yaz biter…
Tatiller biter…
Günler kısalır…
Ama barışa özlem hiç bitmez.
Ben yazı çok severim.
Ama Eylül…
Eylül benim en sevdiğim aydır.
Yazın coşkusunu alır, sonbaharın dinginliğiyle harmanlar.
Ne sıcağın kavuruculuğu vardır, ne kışın ayazı.
Hafif bir serinlik, insana iyi gelen bir huzur taşır.
Güneş batarken gökyüzü turuncuyla pembenin arasında dans eder.
Sokaklarda sararan yaprakların çıtırtısı, kalbe şiir gibi dokunur.
Eylül, insana hem geçmişi hatırlatır hem de geleceğe umut verir.
Belki de bu yüzden, Eylül’ü beklerim her yıl sabırsızca.
Çünkü Eylül, bana hem hüzün hem de umut getirir.
Ve hayatın tam da kendisini anlatır.
Ve hayat…
Hani hep deriz ya, “hayat çok kısa.”
Oysa o söz, çoğu zaman kulağımızın bir kenarından girip ötekinden çıkar.
Gerçekten de öyle olduğunu, ancak bir yakınımızı, sevdiğimiz birini kaybettiğimizde anlıyoruz.
İşte ben de Ağustos ayının son günlerinde öyle bir acıyla yüzleştim…
Kalbimde özel bir yeri olan, içtenliğiyle her zaman yanımda hissettiğim Sinan Karakoç…
Sinan 29 yaşında, hayatının baharında bizden ayrıldı.
İki yavrusunu, çok sevdiği eşini ve kalbi acılarla dolu anneciğini geride bıraktı.
Genç yaşta ölümü hepimizin yüreğini dağladı.
Ben Sinan’ı çok severdim.
Her aradığında bana “Benim dert ortağımsın abla” derdi.
Saatlerce konuşurduk, dertleşirdik.
Kimi zaman güler, kimi zaman susar, birbirimize iyi gelirdik.
Şimdi sesi yok, telefonu yok, sohbeti yok.
Ama sözü, sıcaklığı, sesi hep kalbimde.
Bazen insan kaybedince daha iyi anlıyor:
Hayat dediğimiz şey, aslında bir nefeslik.
Sevdiklerimizin kıymetini bilmek için kaybetmeyi beklememeliyiz.
Çünkü yarın kimseye söz verilmiş değil.
Sevgiyle sarıldığımız, “iyi ki” diyebildiğimiz anlar tek gerçek sermayemiz.
Sinan’ın anısına…
Tüm genç yaşta yitip gidenlere…
Bir kez daha hatırlayalım:
Hayat, zaferle, barışla, umutla…
Ama en çok da sevgiyi paylaşınca anlamlıdır.
Sinan’ı saygı ve rahmetle anıyorum.
Hayat kısa, sevgi baki…