Bir ülkede yaşayıp da sabah gözünüzü açar açmaz moraliniz bozuluyorsa, bu sadece sizin sorununuz değil.

Bu memlekette artık mutsuzluk, ortak payda oldu.

Kötülüğün sıradanlaştığı bir ülkede, insanın kendine iyi gelmesi artık bir lüks değil, mecburiyet.

Haftanın yedi günü omuzlarımıza biriken yükler, pazar sabahı biraz olsun hafifler mi?

Belki sadece bir kahve fincanı kadar.

Belki bir kitap sayfası, belki balkona uzanan güneş ışığı kadar…

Bir mucize bekler gibi güne başlıyoruz.

Televizyonu açıyorsun: cinayet, zam, kriz, sansür…

Telefonu eline alıyorsun: ihale yolsuzluğu, adaletsizlik, kutuplaşma, nefret…

Sokakta yürüyorsun: asık suratlar, başı önde insanlar, simidi dörde bölüp paylaşan gençler…

Geçim derdi mi? Herkesin.

Güvensizlik mi? Her yerde.

Adaletsizlik mi? Herkesin dilinde ama kimsenin elinde değil.

Ekonomi desen dipsiz kuyu. Hukuk desen sadece kitaplarda kaldı.

Siyaset desen zaten hepimizin sabrıyla, bazen de aklıyla alay ediyor.

İnsan kendini bir yere ait hissetmiyor artık. Ne bir partiye, ne bir fikre, ne bir hayale…

Ülke büyük bir mutsuzluk salgınının tam ortasında.

Ama yine de umut ederiz ya hani…

Belki bugün kötü bir haber okumayız.

Belki zam gelmemiştir, döviz fırlamamıştır, bir çocuk yatağa aç girmemiştir.

Belki birileri hâlâ vicdanlıdır.

Belki...

Ama çoğu zaman öyle olmuyor.

Ülke, hep aynı gündemin etrafında dönüp duruyor.

Ekonomi, hukuk, adalet, siyaset...

Hepsi aynı sofraya oturmuş, halkın önünden son lokmayı alıyor sanki.

Tebessüm etmek bile lüks artık.

İnsanlar birbirine “Nasılsın?” diye sorarken bile cevaptan korkuyor.

Çünkü herkes yorgun.

Birbirimize iyi gelmek yerine, susmayı tercih ediyoruz.

Çünkü herkes kendi yangınıyla meşgul.

Çünkü herkesin sırtında görünmeyen bir çuval: kaygılar, borçlar, belirsizlikler…

Ve işin en acı tarafı: bu kadar çok şey olurken, hiçbir şey değişmiyor.

Haberler değişiyor, ama manşet hep aynı:

"Umut ertelendi."

İşte böyle zamanlarda insanın ruhu küçülür.

Gülüşler seyrekleşir.

Kendimizi bile ihmal ederiz.

Peki biz ne yapacağız?

Mutsuzluğun gölgesinde yaşamayı mı öğreneceğiz?

Yoksa güneşi kendi içimizde mi bulacağız?

İşte tam da bu noktada, insan kendini tamir edecek şeylere yakın durmalı.

Sanata.

Şiire.

Sohbete.

İyi bir dostun sesiyle gelen huzura…

Bir fincan kahvede saklı dinginliğe…

Bir kitabın sayfalarında saklanan cümlelere…

Gökyüzüne, denize, ağaca, toprağa…

Bir sokak müzisyeninin umutla söylediği şarkıya…

Bir çocuğun sebepsiz gülüşüne…

Bir yaşlının sessizliğinde saklı bilgece suskunluğa…

Bir kedinin mırıltısı, bir vapurun martısıyla yaptığı sohbet…

Bunlar lüks değil, ihtiyaç artık.

Çünkü hayat seni fark ettirmeden tüketir.

Kelimelerini boğar…

Ve sen, en çok kendine iyi gelmeyi unuturken kaybolursun.

O yüzden…

Kendinize iyi gelene sarılın.

Hayattan değil, hayhuydan kaçın.

Kendine iyi gelen ne varsa, orada kal.

Orada çoğal.

Bugün pazar.

Bir mola ver hayatın hızına, gürültüsüne, dayatmalarına.

Biraz sessizlik, biraz nefes, biraz sen...

İzin verin kendinize…

İyi gelen ne varsa ona yakın durun.

Kendinize de…