Türkiye cayır cayır yanıyor. Doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi… Şehir fark etmiyor. Betonla kaplanmış her sokak, kavrulmuş bir fırına dönüşmüş durumda. Termometreler 40’ı geçiyor, ama hissedilen 50’nin üstünde.

Bu bir sıcak hava dalgası değil.

Bu, yaşadığımız en somut iklim krizi.

İstanbul’da rüzgâr bile sıcak esiyor. Gölge diye kaçtığınız yerlere güneş çökmüş, klimalar dahi pes etmiş durumda.

Asfalt eriyor, arabaların içi fırın gibi. Çocuklar sokağa çıkamıyor, yaşlılar nefes alamıyor. Nem duvar gibi çarpıyor insana. Şehirler yaşanmaz hâlde ama hâlâ “bir hafta sonra geçer” diye avutuyoruz kendimizi.

Geçmeyecek.

Bu ‘mevsimsel bir sıcaklık artışı’ değil. Bu doğanın bize attığı tokat.

Çünkü biz doğaya yıllarca yumruk attık.

Yıllardır ormanları kestik, yerine siteler diktik. Vadileri doldurduk, deniz kıyılarını betona gömdük. Tarım alanlarını AVM yaptık, nehirleri borulara hapsedip yönünü değiştirdik.

Sonra da bu sıcağın sebebini Afrika sıcaklarına bağladık.

Kusura bakmayın ama Afrika değil, biz yaktık bu memleketi.

İklim bilimciler yıllardır uyarıyor. 2030, 2040 demeden, "dönüşü olmayan bir eşiğe geliyoruz" dediler.

Biz ne yaptık?

Beton döktük, cam kule diktik, toprağın üstüne asfalt serdik.

Şimdi o kuleler klimalarla ayakta kalmaya çalışıyor, o asfaltlar arabaları değil, sıcaklığı taşıyor.

Bu yaz bir kırılma noktası.

Sadece İstanbul değil, sadece Adana değil, sadece Antalya değil… Van, Bursa, Samsun, İzmir, Diyarbakır… Türkiye’nin her köşesi ısınıyor.

Ve mesele sadece sıcaklık değil, yaşam kalitesi.

Çünkü biz toprağı kaybettik.

Yeşili yok ettik.

Suyu tükettik.

Bu yazı unutmayacağız.

Çünkü bu yaz, bir uyarı mektubu gibi kapımıza dayandı. Gözümüzü kapatmak, klimayı açmak, gölgeye kaçmak çözüm değil.

Çözüm; doğayla tekrar barışmakta.

Ama önce doğaya ettiğimiz ihaneti kabul etmemiz gerek.

Yoksa bu kriz, sadece yazın değil, hayatın tamamını yakacak.