Bazı kelimeler var, söyleyince insanın içini ısıtır. “Aşk” mesela. “Vefa”… “Dostluk”… “Huzur”…Ama ne gariptir ki, artık bu kelimeleri duyduğumuzda yüzümüzde bir gölge beliriyor. Çünkü o kelimeler hâlâ ağızda ama içi bomboş. Anlamlarını kaybettiler.
Bugün “iyi ki varsın” diyen biri, yarın yokmuşsun gibi davranabiliyor.
“Canım” diyenle, canını acıtan aynı kişi olabiliyor.
Birileri hâlâ “adalet” diyor ama herkes adaleti sadece kendine istiyor.
Sevgi, artık bir filtreden ibaret.
Saygı, sadece zorunluymuş gibi.
Sadakat, nostaljik bir hikâye gibi anlatılıyor artık.
Ama bu sadece bireysel ilişkilerde değil…
Toplum olarak da anlamları yitirdik.
Bayramlar kutlanıyor ama kimse bayram havasında değil.
Demokrasi konuşuluyor ama tahammül yok.
Birlik deniyor ama herkes kendi gibi olmayana düşman.
Anlamını yitirmiş sözlerin, kutlamaların, kavramların içindeyiz.
Ne yapıyoruz peki?
Israrla o eski anlamları geri getirmeye çalışıyoruz.
Eski sevgileri, eski arkadaşlıkları, eski idealleri, eski Türkiye’yi…
Ama unuttuğumuz bir şey var:
Bir şey anlamını kaybetmişse, o artık sadece bir kabuktur.
İçini boşalttığın bir kelimeye ne kadar makyaj yapsan da o artık yaşamaz.
İlişkilerde de öyle değil mi?
Bitmiş bir sevgiye hâlâ emek veriyoruz.
Sadece “bir zamanlar güzeldi” diye.
Ama o güzellik artık yok.
Ve sırf alışkanlık, sırf anılar yüzünden ölü bir şeyi taşıyoruz sırtımızda.
İşte bu yüzden söylüyorum:
Anlamını kaybeden hiçbir şeyi geri getirmek için uğraşmayın.
Çünkü bu bir kayıp değil, bir özgürlüktür aslında.
Boşalan yer, yeniden dolmak içindir.
Bitmiş bir anlam, yeni bir anlamın yolunu açar.
Bir dönem kapandığında, yenisi başlamak zorundadır.
Hayat da böyle değil mi?
Tuttuğumuz her şey, bizi biraz daha aşağı çeker bazen.
Oysa bırakabilsek…
Ne ilişkiler yük olur, ne kavramlar kanatlarımızı kırar.
Bazı şeyleri anlamı olduğu için sevin.
Anlamını kaybettiğinde ise…
Usulca vedalaşın.
Zorlamayın.
Hayat yeni anlamlar için yer açar.
Ama önce eskilerin gömülmesi gerekir.