Zülfü Livaneli bir romanında sormuştu:“Harese nedir, bilir misin oğlum?”Harese…Eski Arapça bir kelime. Hırsın, ihtirasın, kıskançlığın kökü.

Livaneli’nin anlattığına göre, çöldeki develerin en sevdiği şey bir tür dikenmiş.

Deve o dikeni çiğnerken, diken damağını parçalarmış.

Ağzından kan akarmış.

Ama o kanın tuzlu tadı, dikenin acısıyla karışınca deve mest olurmuş.

Ve ne yaptığının farkına varmadan kendi kanının tadına doyamadan yemeye devam edermiş.

İşte insanın kıskançlığı da böyle bir şeydir.

Kıskanan, aslında kendini yer bitirir.

Ama farkında değildir.

Çünkü acının tadı, ona tatlı gelir.

Bugün hayatın her alanında, özellikle de bizim camiada, harese kol geziyor.

Basında, medyada, gazetecilikte…

Herkesin elinde kalem var ama çoğunun yüreğinde pas.

Birinin yazısı okunur, öbürü “editör torpili var” der.

Birinin programı izlenir, diğeri “kulis yaptı” diye fısıldar.

Birinin haberi ses getirir, hemen birileri “bir yerlere yaslanmıştır” diye konuşur.

Hiçbiri kalkıp “çalıştı”, “hak etti”, “yetenekli” demez.

Çünkü birinin emeğini kabul etmek, kendi eksikliğini itiraf etmektir.

Kıskançlık artık neredeyse meslek hastalığı.

Birinin ışığı yandığında, diğerleri karanlıkta kalmaktan korkuyor.

Ama bilmedikleri bir şey var:

Birinin ışığı, kimsenin gölgesini büyütmez.

Işık paylaşıldıkça çoğalır.

Kıskançlık aslında korkunun diğer adıdır.

“Ya o benden iyi olursa?” korkusu.

“Ya onun adı benimkinden önce anılırsa?” korkusu.

“Ya o benim yerime geçerse?” korkusu.

Oysa kimse kimsenin yerinde değil, kimse kimsenin yolunda değil.

Herkes kendi hikayesini yazar, kendi emeğinin altına imzasını atar.

İşte tam burada hatırlatmak gerekir:

Kıskanma, çalış!

Ama en çok da kendinle yarış.

Çünkü kıskançlık insanı başkasına değil, kendine yabancılaştırır.

Tıpkı diken çiğneyen deve gibi, bazı insanlar da kendi kanının tadına doyamaz.

Kıskandıkça kanar, kanadıkça kıskanır.

Ve sonunda hem dikeni hem kendini bitirir.

Basın dünyasında, en çok mikrofonu elinde tutan değil, en çok susmayı bilen büyür.

Çünkü gerçek gazeteci, başkasının ışığını söndürerek değil, kendi kalemini parlatır.

Belki de artık hepimizin sorması gereken soru şu:

Harese’nin neresindeyiz?

Dikenin peşinde mi, yoksa kendi kanımızın tadında mı kaybolduk?