Pazar sabahları bir başkadır… Şehrin gürültüsü biraz susar, telaş bir kenara çekilir. İnsan kendiyle kalır. Belki de bu yüzden geçmişte Pazar günleri, kitaplarla buluşmanın en güzel bahanesiydi.

Eskiden… Evet, eskiden kitap almak bir tören gibiydi. Sahaflara giderdik. Raflara değil, neredeyse tarihin tozlu sayfalarına bakardık. Kim bilir kimlerin elinden geçmiş, kimlerin parmak izlerini taşımış kitaplar arasında dolaşırdık. Bir kitabın kokusu olurdu. Sayfalarını çevirirken duyulan hafif hışırtının bile bir hikâyesi vardı.

Kütüphaneye gitmek ise ayrı bir huzurdu. O sessizlik… O sessizlikte yankılanan düşünceler… Rafların arasında kaybolmak, bir kitabın dünyasına girip gerçek hayattan birkaç saatliğine izin almak…

Ama şimdi?

Kitap yerine ekran var.

Sayfa yerine cam.

Kalem yerine klavye.

Kitabın yerini dijital platformlar, sosyal medya akışları aldı.

Artık insan ne okuyacağını kendi seçmiyor, algoritma seçiyor. Düşünmek yerine kaydırıyoruz. Cümleler kısaldı, kelimeler bile yorgun… “Merhaba” yerine “mrb” yazıyoruz. Bir zamanlar sabırla okuduğumuz uzun satırlar, bugün “fazla uzun, okumadım” diye bir kenara itiliyor.

Belki de en çok bunu özlüyoruz: Kendimize ayırdığımız o sessiz zamanları… Bir kitapla aramızdaki o mahrem bağı…

Oysa kitap hâlâ özel. Çünkü:

Bir kitap;

Bir ekranın asla veremeyeceği kadar sıcak…

Bir akışın asla sunamayacağı kadar samimi…

Bir haberin asla açıklayamayacağı kadar derin…

Bir kitap, insanın kendi içine açılan kapısıdır.

Okudukça büyüyen bir dünya…

Dokundukça yaşam bulan satırlar…

Kokusuyla bile anı olmuş bir hazine…

Belki bu Pazar…

Telefonu bir kenara bıraksak?

Sessizliğe bir şans versek?

Tozunu üfleyip yeniden bir kitabın sayfasını çevirsek?

Belki de unuttuğumuz şey tam da bu:

Kitap kokusu sadece mürekkebin kokusu değil…

Çocukluğumuzun, hayallerimizin, en çok da kendimizin kokusu.